Lyon’da güneşin çağırdığı bir sokak iki yönlü seyahat: “ben seyir ederim alemi, seyir eder alem beni”
- İdil Tatar
- 30 Eyl
- 7 dakikada okunur

20.07.2025
Lyon’da güneşin çağırdığı bir sokak iki yönlü seyahat: “ben seyir ederim alemi, seyir eder alem beni”
Yağmuru bekleyen bir günde, sokakların boşaldığı saatlerde vardım Lyon’a. Vardım diyorum da bedenimin bulunmuş olması yetmiyordu varmış olmam için. Daha önce yoktum orada. Bir deneyimimiz olmamıştı birlikte. Tanımıyorduk birbirimizi. Ben şehir için yoktum, şehir de benim için yoktu, henüz.
Çantamı bıraktığım gibi şehrin devinimine, sokaklarına karışmak istiyordum. Sağımı solumu şehre buladığımda ancak bir parça varmış olacaktım. Bir bir ya da kol kola dönerken evine yaşamlar, ben başımı dışarıya yeni yeni uzatıyordum. Seneler önce bulunmuşluğum vardı burada ama sokaklar anılarımızdan yoksun bir yabancıydı henüz. Varlığımı buranın sokaklarına, sokakların varlığını içime taşımalıydım. Karşılıklı bir şahit olma hali yaratmalıydım. Yaşamı gözleyen varlığım sokağı içerime taşımakta iyiydi ama bedenimin şehirde bulunuşu beni içine taşımakta yetersiz kalıyordu. Şahit olmaktan çıkıp kendimi yaşamın kollarına bırakamıyordum. Bir çekingenlik ve birkaç mesafe koyuyordum yakınlaşma ile arama. Seyirci olurken bir parçası olduğum şeylerin içinde aktif bir oyuncu olarak bulunamıyorum. İçimde beni izleyen bu sert dilli gözlerini dikmiş seyirciden kurtulamıyordum. İç şahidim beni kampçılarken, dışarıya olan şahitliğim şefkat, harmoni ve sevgi doluydu. Ya da basitçe güvenmiyordum şahitliğin kontrolünü bırakmaya, ben bırakırsam görevi devralacak yok idi çünkü. Yine de çıkıyorum uzatıyorum başımı kendime yarattığım bu tünelden dışarıya.
İlk hedefimi nehre varmak olarak belirledim. Sağda solda çok da lazım gelmeyen durma isteklerine rağmen adımlarımı dinleyip yürümeye devam ettim. Nehrin kıyısına yaklaştığımda kendini gösteren köprüyü gözüme kestirdim ve durmadan oraya doğru ilerledim. Derken binaların aralarından göğe yükselen yemyeşil dağlar belirmeye başladı. Başımı biraz daha yukarı kaldırdığımda ise gri bulutların arasında parıldayan turuncu akşam güneşine kavuştu gözlerim. Gördüğüm şeyin ferahlığını koklayabilliyor, tenimde hissedebiliyor ve heyecanını beni harekete geçiren kanımdan duyumsayabiliyordum. Şahit olduğum şey nefes alıp veriyordu, tıpkı benim gibi. Birlikte nefes alıp veriyorduk bir bütünün parçası olarak. Ne var olduğumuz madde farklıydı ne de ruhumuz. Bir bütünün parçasıydık, birlikte ve bir bütün olarak vardık. Şu en son aldığım derin nefeste de bir parça daha vardım. Vardım. Daha önce de vardım. Hep vardım. Buradaydım. Ve burada olacağım.
Adımlarımı düşünmeden atıp, sokakları sanki biliyor gibi seçip ilerliyordum. Her sokakta biraz daha yaklaşmak istiyordum dağlara, yeşile ve gökyüzüne. Sanki bir yokuş beni oraya taşıyacak gibi geliyordu. Gökyüzü hala griydi. Derken ikinci bir köprüyü daha geçtim. Her adımda sakinleşiyordu şehir, binalar yıl değiştiriyordu deri değiştirir gibi. Makyajlı yenisini çıkartıp otantik dokusuna bürünüyorlardı. Ritim yavaşladı, sokağa samimi bir hava büründü. Sokaklar daraldı, ev duvarlarına yaşanmışlığın lekeli dokusu bulaştı ve pencere kenarlarına özensiz çiçekler tünedi. Tam o köşedeki dükkanın birinden çıkan bir kedi gördüm. Bana kalsa dükkanın diğer ortağı oydu. Mahallenin samimiyetini anlatır gibi ortalarda dolanıyordu. Zamanın yavaşladığı ve yılların henüz uğramadığı sokakta oturmalı bir köşeden şahit olmalıydım. Sanki o dar sokağa sığmıyordu da süzülerek akıyordu yıllar bu mahalleye. Her mekanın bir ruhu ve bir zamanı vardı elbet. Az önceki gökyüzünün zamanı yayılmış, genişlemişti. Buranın yavaşlamış. Elbet beden dediğimiz mekanların da bir zamanı ve bir ruhu vardı. Benim beden mekanımın öyle günleri olmuştur ki yaşam akışı durmuş olmasına rağmen dış mekanın saati su gibi akıp gitmişti tıpkı akıntının şuursuz ve küreksiz bir tekneyi alıp götürmesi gibi. Şimdi gayet şuurluydum, az sonra içinde bulunduğum en güzel filmlerden birini izleyecektim. Hissediyordum.
Sokağın seyirlik köşesinde ismini güneşten alan bir restauranın sokağa bakan dış bölümüne oturdum. Neyi sevdiğimi biliyordum ama hem zamanda geriye gitmişken tam gidelim deyip geneleksel bir şey denemek istedim hem de arkamda İspanyolca konuşan iki kadının da bana önerisinden sonra bu bir işarettir deyip La quenelle isimli yancı sebzeleriyle püre haline gelerek içli dışlı olmuş fırınlanmış balık yemeği sipariş ettim. Tadını sevmediğim ama bir deneyimdir diyeceğim bir yerde hafızamda yer edecek bu yemeğin üstüne aynı mantığı kullanıp farklı sonuç elde edeceğimi bekleyerek bir tatlı söyledim. Şekerin gazabına uğramış bu tatlının son anda kendini kurtarmış kenarlarını tırtıklayıp ortadaki böğürtlenli mayın tarlasını bıraktığım Praline idi. Olsun dedim sokağı izlemek çok keyifliydi. O dönemler ağızlarının tadı yokmuş demek ki deyip geçtim. Zamanın akıyor olmasına ve sonra başka tercih imkanlarımın olmasına sevindim. Bu deneyimi böyle kabul ettim.
O sırada yağmur başladı. Hangi duyum önce fark etti bilmiyorum ama benim masamı şemsiye koruyor olmasına raümen tenime ıslak ve ferah damlalar çarpıyordu. Arka masamdaki İspanyol kızların da şemsiyesi vardı. Kimse rahatını bozmadı. Yağmur arttı. Bu sefer önce sesini duydum. Yağmurda mahsur kalacaktık ama bu gemide birlikteyiz dedim. Sevecen ve birleştirici içim hemen hepimizi birlik yapmıştı. Gemide kimler varız diye göz gezdirmek için oturanlara şöyle bir arkamı dönüp baktım. Masaları yağmurun altında kalan bir çift vardı. Karşılıklı şemsiyelerini açmış, diğer elleriyle yemeklerini yemeye devam ediyorlardı. Yaratıcı dedim. Kimse rahatını bozmamış gerçekten. Bireyselliğimi ve bencilliğimi hatırlayıp içten içe bu yağmurda nasıl geri döneceğimi düşünürken içimde çocuksu bir heyecan belirdi. Yağmurun altında bahçeye çıkıp koşturduğum gün hissettiğim heyecandı bu. İçimdeki spontanenin içinde bulunduğum anda oyunlar yaratan keşif kaptanıydı bu.
Beynimin ön lobuyla heyecanımı bir süre beklemeye alıp seyrin tadını çıkartmaya devam ettim. Önümden koşa koşa insalar geçiyordu. Çoğunda şemsiye yoktu. Bazısı da bir umut yağmur diner diye kapı kuytusuna sığınmıştı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Senaryoda beklenmedik bir şey yoktu. O esnada sanki güneşli bir günde yürür gibi üstünde bluzü ile yavaş yavaş yürüyen bir kadın belirdi sokakta. O kadar rahatsız olmuyordu ki omurgasının duruşu bile dikti. Sanki daha az ıslanıyormuşuz gibi başı omuzların arasına gömüp hafif eğildiğimiz duruş ya da benzeri hiçbir tavrı yoktu. Saçları ıslak çok güzeldi. Bu günden sonra ıslak saç tarzını değerlendirebilir diye düşündüm. Bu absürtlük ana biraz olsun neşe katmıştı. Senaryoyu bırakıp doğaçlamayı izlemeye koyuldum. Az öteden sarhoş genç erkek bağırışları gelmeye başladı. Bardan çıkmış beş arkadaş diye bir hikaye yazdı zihnim. Yine akışın doğaçlamasına bir senaryo uydurdum. Birbirlerini ite kaka ilerleyerek gülüşüyorlardı. Yağmur sanki sarhoşluklarını daha da harlamış gibi umarsız bir neşe halinde geçip gittiler. Havada asılı kalan kart sesli kahkalar ve sert itiş kakışları adeta romantizm dalgasıyla dağıtırcasına bir çift belirdi sokağın ucunda. Küçük bir şemsiyenin altına sokulmuş, izledikleri bir aşk filminin içinden geçer gibi yürüyorlardı kol kola. Yağmur onları birbirlerine yaklaştırmıştı. Az sonra ne olacağı bilinmezdi ama o an için iki aşıktılar benim gözümde. Derken az ileriden yalnızlıkların serseri prensi geliyordu. Üzerinde kısa kolludan başka bir şey olmayan bu adam bir eliyle yağmura rağmen yanmayı başaran sigarasını içerken diğer eliyle diğer eliyle bisikletini sürüyordu. Sanırım elindeki sigarası ve akrobatik kabiliyeti serseri etiketini yapıştırdı bu karaktere. Düşünce akışım henüz tamamlanmadan ilginç başka bir karakter belirdi sokakta. Adeta atını yolda kaybetmiş beyaz atlı bir prensti motoru olmadan başında kaskıyla yürüye yürüye gelen bu adam. Motoru yokken de sokağa böyle çıkıyormuş gibi bir his verdi bana. Kimisi böyle en azından başımı sokacak bir yerim olsun yeter der kimisi de başını gömecek bir kum arar. Derken, bir aile lüks bir arabanın içinde dar sokaklardan ilerliyordu. Bu görsele lüksü de ben ekledim aileyi de. Biraz daha dökülsem, lüksü olan ama neşesi olmayan bir aile diye iyice klişe bir yere gidebilirdim. Neyse ki gitmedim.
Hepsi birbirinden farklı bu karakterler ardı arkası kesilmeden sahnede belirirken ben ufacık parçalar halinde püre olan balığımı, la quenelle’i yemeye devam ediyordum. Ön yargıları kırmak adına kendimi bildiğim doğrulardan da her zaman vaz geçmeye gerek olmadığını düşündüm. Alışkanlık ile yeniliğin dengesine doğru açtım yelkenlerimi.
Arka masamdaki kızlarla konuşsam mı diye düşünüyorum bir ara. Sosyalleşebiliyoruz diye her seferinde de sosyalleşmemiz gerekmiyor diyorum sosyal benliğime ve vaz geçiyorum. Seyretmeye doyamadığım bu anın her parçasını sakince sindirmek istiyorum. Sokaktan sırılsıklam geçen insanlara çeviriyorum dikkatimi. Ardından masamda bitmeyen yemeklere dönüyorum. Praline tatlılığını katlarcasına böyle pespembe bana bakıyor. Tam nedir bu mutluluğu ve hazzı kovalamak, tadını sevmediğimiz deneyimlere de açık olmak lazım derken aklıma Pollyannacılık oynuyor olma ihtimalim geliyor. Sonra diyorum ki belki de bir simyacı ya da sihirbaz gibi deneyimi ona katıp çıkarttığımla ya da bakış açımla değiştirip varlığımla uyumlu bir ana dönüştürüyorumdur. Her iki ihtimalle de yine mutluluğu kovalamış olduğumu fark ediyorum. Mutlu olmaya çalışmayı bırakıp yüzümü asarak yanlış tercih yapmış olduğum gerçeğimle mutsuzluğumun kaynağı olan Praline ile oturmayı deniyorum. Mutsuzlukla da kaçmadan oturmayı bilmek lazım sonuçta. Bunu hepimiz biliyoruz. Sonra tatilde olduğumu fark ediyorum ve bu kadar düşünmenin de gereksiz olduğuna kanaat getiriyorum. Kenarlarından başlayarak tırtıkladığım mutsuzluluğumun kaynağının gerisini bırakıyorum. Bu kadarını sindirebiliyorum. Gerisine ihtiyaç duymuyorum. Ne kadar gerçeklikle oynasam da bu kadar şekeri yemenin olumlu bir yerini bulamıyorum. Artık seyirci olduğum bu sahneden, parçası olduğum bu gemiden kalkmanın vakti geliyor, hissediyorum. Yağmur ise yağmaya devam ediyor. Az sonra bende yağmurda koşanlar tufanına katılacağım. Farkında olmadan kendime bir karakter yarattığımı fark ediyorum. Şahitliği bırakıp yaşama katılmaktan korkmuyorum ve aklıma gelen bir soruyu garsona iletiyorum: “bir şans elinizde unutulmuş ve sahibinin de gelmeyeceğine emin olduğunuz bir şemsiye var mıdır?”. “Ay!” diyor kocaman bir ünlemle “Evet!, nereden bildiniz?”. Müşteriyi tanıdığımı düşündüğünü düşünüyorum. Bu sefer senaryo üreten zihnim şahane filmler çekmenin dışında iletişim kurmamda bana yardımcı oluyor. Gülüyorum ve yok diyorum “evren ile uyumlu senkronumuz var ancak o kadar da değil, ben yalnızca şemsiyeyi istiyorum.”. Şöyle tam benim zevkime uygun bir şemsiye hayal ediyorum. Evren ile senkronumuz müthiş çünki. Eminim güzel bir şemsiye gelecektir diye içimden geçirirken garson elinde şemsiyeyle içeride beliriyor. Böyle bol leopar desenli küçük, minnoş bir şemsiye geliyor. Leopar ve minnoş ironisinden yürürüm belki deyip elle tutulur bir yan arıyorum. Sonra harmoni, uyum ve adil dünya takıntısından kurtulup, anda olanın sürprizlerine kendimi açıyorum. Beklemeye aldığım çocuksu heyecanımın geri geldiğini hissediyorum. Mutlu oluyorum. Böyle bir sahnede bana böyle bir kostüm yakışır diyorum ve yağmurun altında, sahnede yerimi alıyorum. Yanından geçip gittiğim oyunculardan biriyle ufak bir baş hareketi ile selamlaşıyorum. Tanımadığım kişinin rolünün ne olduğunu bir an düşünüyorum ama sahnemden ayrılmıyorum. Baş rolleri bize ait olan hayatımızın kesişim kümesindeki buluştuğum bu karakterle selamlaşmak bana birlikteliği hatırlatıyor ve neşeyle yürümeye devam ediyorum.
O sırada belleğimin arkasında hikayenin görünmeyen kısmı benim beklentilerimin şahitliğinde devam ediyor. Oturduğum restauranttaki garson kız bütün müşterileri uğurladıktan sonra kendi kostümünü çıkartıp protagonist kimliğinde sahnelerin ve seyircilerin arasından geöerek evinin yolunu tutuyor. Orada var olmasam dahi onu gördüğüm yaşanmış son karenin üstünde zaman akmaya devam ediyor. Varsayılan o andan çıkıp yaşadığım bu ana ferah bir netlikte gümbür gümbür yayılıyor. Ben leoparlı şemsiyeme bakıp bir kahkaha kopartıyorum. Çekingen bir merakla geçtiğim bu köprüden dolu dolu yaşayarak dönüyorum. Kendime, mekana, zamana yayıldıkça yayılıyorum. Şemsiyeme bayılıyorum. Mükemmelliğin zincirinden kurtulan ve anın spontanlığını özgürce yaşayan çocuğun neşesine, yaratıcılığına sarılıyorum. Ufak bir sıyırma ile yaratıcılık arasındaki ipte güle oynaya dönüyorum hostelime. Şemsiyeme, beklentiler ve yargılardan özgürleşmiş bu çocuğun neşesine sahip çıkıyorum.
Her an, bu ânın bir parçası. Anımın içinde ânım dahil.
Beden dediğimiz bu mekanda birden fazla zaman üçten fazla yöne akarken, zihnimizde birden fazla gerçekliğin yaratıcılığında ortaklaştığımız bir gerçeklikten sesleniyoruz birbirimize. Gerisine ise sanat diyoruz. Orada da anlaşmaya ve anlamlar yaratmaya devam ediyoruz.




Yorumlar